Kurumsal Körlük ve İnovasyon
Pandemi ile birlikte hayatımıza giren "yeni normal" söylemini sıkça duyar olduk. Yeni normalde insanların önceliklerinin değiştiğini kendimizden başlayarak gözlemleyebiliriz.
Sosyal medya kullanıcıları üzerinde yapılan bir araştırmada çerçeve belirtilmeden, Karantina Döneminde öncelikleri sorulmuştur.
Sonuçlar dikkat çekicidir;
Katılımcılar,
1-Kendi Sağlığım(%83'ü)
2-Ailem(%67'si)
3-Diğer(Kariyer, eğitim, vb.) diye cevaplamışlardır.
Buradan hareketle, artık insanların başta kendileri ve aileleri olmak üzere koruyucu bariyerleri oluşmuştur, diyebiliriz.
Tüm ticari işletmeler, pazarlama ve satış planlarını, strateji ve hedeflerini yeniden yazarken bu durumu göz önünde bulundurmak mecburiyetindedirler.
Bu zorunluluk da beraberinde köklü değişiklikleri ve yenilikçi (inovatif) adımların atılmasını gerektirmektedir.
Örgüt kültürü, çalışanların inovasyona yönelik yaratıcılıklarıyla beslenmelidir.
Sanayi devrimi, ham madde kıtlığına çözüm bulunması ve seri fabrikasyon üretimi, pazarlama ilkelerini sürekli tüketici lehine geliştirirken, değer ve özfarkındalık gibi kavramları da iş dünyasının el kitabına büyük harflerle yazdırmıştır.
Değer yaratma ve öz farkındalık oluşturma gibi çok değerli bu kavramları, iç ve dış müşterilerine geçirebilen firmaların, elde ettikleri muazzam büyümeyi net bir şekilde görmekteyiz. (Udemy, Sahibinden, Amazon, Netflix, LCWaikiki)
Elbette bu durum "ha" deyince bugünden yarına olacak bir iş değildir. Öncelikle karar alıcı konumundaki yöneticilerin kafa yapıları, katılımcı yönetime yani yönetişime uyumlu olmalıdır. İstişare yani beyin fırtınası yöntemi tavizsiz uygulanmalıdır. Alınacak kararlar, katma değer sağlamalı ve uygulanabilir olmalıdır.
İş yerindeki özgürlük, çalışanların motivasyonunu yükseltirken hayal kurmalarını destekler, beraberinde yenilikçi ve yaratıcı fikirlerin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Oysa korku ise, tam tersi işlev görerek bunların hepsini öldürür.
Türk İlaç Sanayisinin, bugün içinde bulunduğu açmazın yegane nedeni ise yıllara dayalı olarak sektöre yön veren üst düzey yöneticilerin statükocu kafada ve anti-demokratik olmaları nedeniyle kendilerini ve makamlarını korumak için kurumsal körlüğe bilerek izin vermiş olmalarıdır. Terfi ve taltif tasarruflarında liyakat ve hak etmişlik yoktur. Tek kıstasları vardır o da, bu imkanları verecekleri insanların bizzat kendilerine olan sadakatlerinin seviyesidir. Ayrıca ticari anlamda almış oldukları kararlarda bile ne çalışanların ne de müşterilerin fikir ve düşünceleri vardır. Bu durum, mevcut ve ileride karşılarına çıkabilecek risklerin ve fırsatların açıkça dile getirilmesinin önüne duvar örmektedir.
Bugün bu sistemin eskisi gibi yürümeyeceği güncel rakamlarla iyice ayyuka çıkmıştır.
2020 Yılının ikinci çeyreğinde Türkiye İlaç Pazarı içindeki reçeteli geri ödemedeki ilaçların adetsel olarak değeri bir önceki yılın ikinci çeyreğine göre %50'ye yakın küçülmüştür. Bu durumu diğer sektörlerin küçülmesi ile kıyaslamak yanlıştır. Çünkü bu alan sağlık alanı ve insanların bugün ki yaşadıkları kriz de sağlıkla ilgilidir.
Diğer taraftan, acil ve normal poliklinik aracılığıyla sağlık hizmetlerine başvuran insanlarımızın sayısında yaklaşık %70 küçülme olmuştur. İlaç sektörünü krize iten sebep, maalesef bu durumdur.
Oysa koruyucu destek tedavi alanındaki ürünlerin pazarında geri ödeme kapsamında olmamasına rağmen %100’e yakın bir büyüme gerçekleşmiştir. Böylece insanların kendilerini ve ailelerini sağlıktan başlayarak korumaya odaklandıklarını söyleyebiliriz.
Bu alan daha geliştirilebilir mi, gayet mümkün. Özellikle iyi hazırlanmış ve chatbotlarla desteklenen sosyal medya reklamları büyük avantaj sağlayacaktır. Burada önemli olan tetikleyici unsura, hastalıklardan korunma ve önleyici destek tedavisi alma hakkında toplumsal farkındalık oluşturacak kampanyalara başvurulmalıdır. Bir de etkileyicilere yani bu alanda yetkinliği bilinen ve güvenilir uzman kişilere, ürünlerin kullanımına yönelik teşvik edici tanıtımlarda mutlaka güçlü roller verilmelidir.
Sağlıklı günlerde birlikte olmak dileğiyle, esenlikler dilerim.